14 Ekim 2011 Cuma
Gün batımından sonraki soğukluk vardı sahilde. Deniz maviydi, insana bütün günün hatalarını unutturacak kadar mavi. Kum ise sapsarıydı, yarın yapılacak bütün pis işleri hatırlatan cart sarı. İlerisi kayalıktı. Soğuk kayalar, insanı 10 dakikada kabız yapabilecek kadar soğuk. Zaman orada durmalı mıydı? Hayır, zamanla işim yoktu. Yanımdaki kız, maçoluk ve çılgınlık seviyordu. Maço, ne kadar itici bir kelimeydi. Ne öküz kadar taşı gediğine oturtabiliyordu, ne de fevri gibi alttan alttan mesaj veriyordu. Arada kalanları sevmem. İnsan dediğin de bir düşünceye inanıyorsa sonuna kadar gidecekti. Değişim korkaklar için. Ama ben bu kız için değiştim. Benim ne işim var kavgayla gürültüyle. Kızlar benim için çiçektir. Ama ona ne kadar hakaret etsem o kendini bana karşı daha ezik hissedip daha çok yaklaşıyordu. Onun kendini ezik hissettirecek bir insana mı ihtiyacı vardı, yoksa bir sevgiliye mi? Ruhu bu kadar yüce miydi de ezikliği özlemliyordu. Kadınlar tarafından çok ilgi gören erkeklerin gay olmasıyla aynı durum muydu bu? Yoksa Stockholm Sendromu mu? Deniz siyahtı. Denizin rengi güneşin batmasıyla niye siyah oldu? Ya gerçekten denizin rengi siyahsa? Bir insan birşeye ne kadar inanıyorsa onu o kadar bilmiyordur.
Toplumdaki maçoluk girişimlerimin başarısızlığını kızı aşağılamaktan çıkarıyorum. Kızı kestiler diye atarlanıp 2 kişinin arasına dalmama müteakiben yediğim dayağın hırsını kıza 'baktırma kendine lan' diye bağırmamla çıkarmıştım. Kız sarıldı. Hata silen bir silgiydi bu. Onu elimde tutmasını biliyorum. Ben sadece hayatın bana öğrettiklerini uyguluyorum. İltifat da etmem. Senin mavi gözlerin için bütün dünyayı yakarım ben dediğimden sonra 2 gün konuşmadık. Çok fedakarcaydı. O, hakiki olanı seviyordu. Mavi gözlerin için bir gün sigara içmem deseydim daha etkili olurdu. Senin için çok da fedakar olamam demek onun beni kaçırmamak için daha fazla bana sarılmasına sebep olacaktı. Neden bu kadar palavra yemeyen bir kızdı bu. Aslında hiçbir kız bu palavraları yemiyor ama erkeklere çaktırmıyorlar. Kızlar daha zeki olmasalardı, bu kadar erkek kızların arkasından perişan olur muydu?
Denize yakamoz düştü. İnsanı gaza getirecek kadar güzel. Ne yapsam da biraz daha çeksem kızı dedim. Çekirdek satan çocuğu gördüm. Cılız ve güçsüz. Yerim bunu. Gel lan buraya dedim. Geldi. Ne satıyon dedim? Çekirdek görmüyon mu dedi. Uzatma lan ver bi paket. Siktir lan sana çekirdek yok bende dedi. Olum ne diyon lan sen dedim, atladım üstüne. Çocuk çok teknik bir hareketle üstünden attı beni. Yere kapaklandım. Oturdu üstüme, sağ kroşesini indirdi. Kolunu cımcırdım. Aparkatı indirdi. Burnunu sıktım. Kafa attı. Saçını çektim. Ayağa kalktı. Bitti zannettim. Sağ omzuyla mide boşluğuma zıpladı. Aman Allah'ım Smackdown! Kavgada hareket yaptı. Bu ne özgüven. Çocuk beni evire çevire dövüyordu. En sonunda sıkıldı, suratıma tükürdü, kalktı gitti. Zor topladım kendimi. Kızın gelip beni öperek kaldırmasını bekledim gelmedi. O gelmedi ben kalktım. Kafam vücuduma ağır geliyordu. Kum kahverengiydi, insana hiç umut vermeyen kahverengi. Gözlerini gördüm, gözlerinde ölen biri vardı. Kaybetmeyi hissediyorum. Olmamalı diye düşündüm. Kafamda deli sorular, kolayca geçemiyorum. Yapma dedim. Çocuktan dayak yedin dedi. Etme dedim. Senin için ölürüm dedim. Hala hata yapıyordum. Senin için öğün atlarım lan dedim. Sen anca bunu yaparsın zaten benim için dedi. Ne diyosun sen ya dedim. Çıkardım üstümü, kayalıklara koştum. Al bu senin için diye bağırdım. Kayalıklara sırtüstü atladım. Kayalıklar sertti, maço gibi değildi öküz gibiydi. Ne yapıyosun dedi. Senin uğruna diye bağırdım. Hızımı alamadım denize atladım. Ben gidiyorum dedi. Su çok güzel gel dedim. Uzaklaşmaya başladı. Aniden sudan çıkmaya çalıştım. Sudan ani çıkışlarda dikkatli olmak gerektiğini pek bilmiyordum. Suyla çok işim olmaz. Pantolonumun gevşekliği ve suyun etkisiyle dımdızlak kaldım kızın karşısında. Kız koştu ben kaldım. Kayalıktan ve çocuktan aldığım darbeler yüzünden eğilemiyordum. Kaldım orada öylece, gidemedim. Yattım kuma. Sabah iki polis kaldırmış beni dediklerine göre. Uyandığımda kodesteydim yanımda küçük bir çocuk vardı. Konuştuk biraz. Ne iş yapıyon dedim. Çekirdek satıyorum dedi. Büyüksün dedim.
10 Ekim 2011 Pazartesi
Her sabah güneşin doğuşuyla birlikte uyanır, sauna eşofmanlarımı giyer, 1 saat koşumu yapar, evime gelip mısır gevreğimi yer, her sabah koştuğum için terim güzel koksa da banyoya girer, giyinir çıkarım. Güneşin doğuşunu görmek enerjimi artırır, auramı temizler, bilinçaltımı düzenler, bağırsaklarımı çalıştırır, doğaya uyumumu artırır. İşime arabamla giderim. Masamda taze espresso ve Dünya gazetesi hazırdır. Öğlene kadar gazetemi okurken bir yandan da öğleden sonra şirketim için hangi önemli kararları almam gerektiğini düşünürüm. Öğleden sonra da çalışanlarımla 1-2 saatlik toplantı yapıp, onlara burada olduğumu, onları takip ettiğimi hatırlatırken aynı zamanda şirket için önemli kararlar alıyormuş gibi yaparım. Akşam oldu mu katılmam gereken davetlere gider, varsa iş yemeklerine çıkarım. Bienalleri, sanat galerilerini severim. Eserleri anlamam ama etkilenirim. Beyin işçiliği yaptığım ve kimseye hesap vermediğim için pazar sendromuyla, hafta sonu özel programlarla işim yoktur. Cuma cumartesi büyük şirketlerde çalışan yüksek mertebelerdeki elit ve entellektüel arkadaşlarımla takılıp, Pazar sabahları da boğaz kenarında minimum 80 çeşit açık büfe brunch a katılırım. Aşağıdaki manzaradan aşağısı kurtarmaz.
Tabii ki bu ben değilim lan. Sabahları otobüse binmem gereken saatten 10 dakika önce uyanırım. Haldır hüldür hazırlanır, gömleğimin düğmelerini merdivenleri inerken bağlarım. Bazı sabahlar otobüsün arkasından koştuğum olur, günlük sporum da bundan ibarettir. Ama o da leş gibi kokmama sebebiyet verir. Güneşe çıkamam, başım ağrır, hapşururum. Masamda yapılacak işler her zaman vardır. Aynı zamanda fiziksel aktivite gerektiren işlerim de çoktur. Gün boyu hiçbir şey düşünmeden çalışırım. Amacım anı kurtarmaktır. Nadiren kalan boş zamanlarımda Dünya gazetesini okumayı denerim. Normalde gazetenin ekonomi sayfalarını pas geçerim ama şirkette çok havalı gösteriyor. Hiçbir şey de anlamam. Kim karar veriyo lan bu doların artmasına euronun düşmesine der, internetten Posta gazetesini açarım. Akşama kadar pert olurum genellikle. Eve gider inzivaya çekilmek kisvesi altında televizyonun önüne yatar kalırım. Geceleri koltukta uyurum ta ki boyun ağrısı uykumu engelleyene kadar. Sonra yatağıma giderim. Bütün hafta mal gibi geçtiği için, hafta sonu çok eğlenceli, çılgın birşeyler yapmalıyım gibi hissederim. Cumartesi gecesi ve pazar sabahı benim için çok önemlidir. Pazar sabahı 60 çeşit kahvaltımı yapıp çöken ağırlıktan dolayı 3 saat koltukta oturmak isterim.

İşte böyle bir pazar sabahındandı aşağıdaki fotoğraf
İki çeşit kapalı büfeydi menü
Ve araba lastiği manzarası
Bir de tesbih çeken bir adam
Beş lira verdik bir gözleme iki çaya..
7 Ekim 2011 Cuma
Şişko olan seyrek sakallı, büyük kafalı ve geniş alınlıydı. Kabarık saçları hiç taranmamış gibiydi. Gülünce gözleri kısılıyor, suratı sırf kaş oluyordu. Yerinden değil de üstten çıkan dişi çirkin gülümsemesine bir de çocukluk katıyordu. Diğerinin kendine baktığı belliydi. Renkli tişörtleri, buğday teni, taranmış saçları, şekilli sakalları ile her an bir kıza yazmaya hazırdı. Büyük düğmeli, geniş, fırfırlı yakalı kazağıyla da çok havalı oluyordu.
Çocukluk arkadaşıydılar ve her sabah aynı otobüse biniyorlardı. İlk karşılaştıklarında her şey güzel başlamış, mahalle, futbol, karı kız derken adeta yol arkadaşı olmuşlardı. Tabi tabi haklısın'lar, Sorma abi neydi o ya'lar, Ya olm ne komik adamsın lan'lar havada uçuşuyordu. Körükte demirin üstüne oturuyorlar, yer boşalınca sen otur diye birbirlerine ısrar ediyorlardı. Aslında, bu kadar iyi anlaşacak insanlar değillerdi ama birlikte geçirdikleri çocuklukları onları kanka olmaya zorluyordu. Bu da her ikisinin üzerinde baskı oluşturuyordu. Beklendiği üzere, konular bir bir azalmaya başlamış, şen kahkalar yerini derin sessizliklere, tabi tabi haklısınlar saçmalama oğlumlara bırakmıştı. Aralarındaki soğukluk günden güne artıyor, derin sessizlikler bazen otobüstekileri bile geriyordu. 
Böyle günlerden biriydi ve renkli tişörtlü yolda lise üniformalı genci göstererek atıldı;
-Lan biz böyle miydik, biz gömleği içeri sokmazdık aga. Neydik biz ya?
-Tabi abi bu ne ya, inektir oğlum bu.
-Aga bak hatırladım, bi kere hoca sınıfa gelmişti, benim de gömlek dışarıda tabii.
-Eee?
-En arkada oturuyorum, hoca geldi yanıma, gömleğini içeri sok dedi.
-Hadi ya
-Sokmuyorum lan dedim. O da sok lan dedi.
-Eee?
-Si.tir lan dedim. Sen kime gömlek ceket diyosun dedim.
-Sana gömlek ceket mi dedi?
-Gel lan müdüre gidiyoruz dedi.
-Hee
-Dışarı çıktık, soktum tuvalete bunu, ağzını burnunu kırdım yavşağın
-Yapma ya
-Sonra korkusundan müdüre de söyleyemedi hahaha.
Bu da nesiydi. Delikanlı efsanesi lise anısı da ne demekti. Bu olay son noktaydı. Bu anıların yüzde doksan dokuzunun yalan ve abartı olduğunu herkes biliyordu. Ancak ergenlikten çıkamamış biri bu tarz hikayeler anlatabilirdi. Şişko, Tolstoy'un insanlar yalan söylerken olmak istedikleri insanı anlatır lafını hatırladı. Bu işi bitirme vaktinin geldiğini anlamıştı. Emmi edasıyla gerildi, kolunu koltuğun arkasına attı, gözleri parladı, alt dudağı titredi, uzaklara baktı ve tekrar arkadaşına döndü.
-O ne ki biz bıçaklamıştık oğlum hocayı adam hık dedi gitti şerefsizim.
Ağır olmuştu ama haketmişti. Delikanlı efsanesi lise anısıyla dalga geçmek büyük hakaretti. Taralı saç da çok ileri gittiğini farketti. Konuyu değiştiremezse rezalet çıkacağını anladı
'Kanka bizim orda süper kızlar var, bi gün gel lan' dedi.
16 Eylül 2011 Cuma


Yıllardır karizmatik bir nick hasretiyle yanıp tutuşuyorum. Zifiri karanlık gecelerimde, nasipsiz gündüzlerimde, umarsız iç çekişlerimde, kayıtsız dalıp dalıp gidişlerimde, soluksuz metrobüs yolculuklarımda, kendimle aramdaki amansız kavgalarımda bu özlemi duyuyorum. Saatlerce kafa patlatıyorum, eşe dosta soruyorum, Google'a yazıyorum ama bulamıyorum. Yakışıklı prens, yalnız kartal, sessiz rockçı, asi rapçi, dar sokakların tövbekar delikanlısı, son hücumun adamı, kayıp kentin yakışıklısı ne kadar kıro geliyorsa painkiller, heartbreaker, icetoucher, girlhunter, handwasher, luncheater, teethbrusher, enginarhater o kadar yozlaşmış geliyor. Ünlü birinin yada bir film karakterinin ismini almak konusuna hiç değinmiyorum, ergenlikten çıkalı çok oldu. Sağ altta profilimde de görüldüğü gibi bulduğum nicklerin hali içler acısı; 'gm blues'. 'gm' kısmını siz sevgili okurlarımın hayal dünyasına bırakıyorum. 'blues' kısmı zaten belli.

Konu aslında sadece nick değil. Hayatımı roman yapsam adını koyamam. Sadece dosyaları gönderdiğimi söyleyeceğim mailin başlığını 'dosya gönderimi' koyarım. Birine birşey anlatırken lafı dolandırmadan öz konuşsam da karşımdaki lafı uzatma topla derse yapamam. İşin nasıl derlerse iyi derim, ne yapıyorsun derlerse iki kelimede anlatamam. Soruda maddeler halinde açıklayın diyorsa boş bırakırım. İlkokulda hocamın beni ayağa kaldırıp 'Ülkemizdeki denizleri sayar mısın?' sorması üzerine 1, 2, 3 diyerek cevap vermişliğim var.

Ben yaşadıklarımı, hissettiklerimi, bildiklerimi ve gördüklerimi adlandıramam, onları bir kalıbın içine sokamam. Aşkın büyüsü de adını koyduktan sonra bozulmuyor mu zaten? (ıyyy rezalet)
9 Eylül 2011 Cuma


Sokağın başındaki çıkıntıya oturmak çok önemliydi bizim için. Oraya oturan artık sokaktaki abiler arasına girmiş sayılıyordu. Bahçelere korumalık inşa eden işçiler tarafından yanlışlıkla yapılmış gibi duran çıkıntı, alçıdandı ve en fazla 3 popoyu bünyesinde barındırabilirdi. O çıkıntıya oturamayan, mahalledeki teyzeler tarafından 'Küçüüüük' diye seslenilmeyi, kendisine 'Bana 2 ekmek 1 süt al' denilmesini hak ediyordu. Kendinden 1 yaş büyüğüne bile abi diyecek kadar saygılı olmalıydı. Savaş sırasında karşı taraftan ateş gelmeden boncuklu tabancasıyla ateş edemezdi. Maçta ya kaleci ya da defans olurdu, belki ön libero ama asla orta saha olamazdı. Büyüğü onu sokağa çağırırsa çıkmak zorundaydı. 'Annem izin vermiyo' bahanesini haftada ancak 1 yada 2 kere kullanabilirdi. Oraya oturamayanın adı 'Süt çocuğu' ydu.

Süt çocukluğundan terfi yaşı aşağı yukarı belliydi ve liseye başlama zamanına tekabül etmekteydi. Bazı iyi futbol oynayanlar, sakalı erken çıkanlar ve fırlamalar için bu zaman biraz daha erkendi. Efendi kişiliğim, şişman ve tüysüz anatomik yapımla bu yaşı daha erkene çekmem imkansızdı. Ayrıca derslerimde de başarılı bir öğrenciydim.
Oraya oturmanın da getirdiği bazı sorumluluklar vardı. Arabadan iyi anlaman gerekiyordu,  amortisör, ses tesisatı, afilli jantlar, camlarda siyah film gibi aksesuarları görürsen etkilenmeliydin. Pop müziği, yerli yabancı en hit şarkıları, seksi klipleri iyi bilmen lazımdı. Bir şarkıdan söz açıldığında 'O şarkının bass'ı çok iyi ya' demeliydin. Nerede bir köpek görsen 'Stilliiii ya ya ya' 'Fışşşşş' 'Uuu kıs kıs kıs' gibi enterasan sesler çıkararak köpeği tahrik etmeliydin. Köpek kovalarsa kaçmak serbestti ama hoş karşılanmazdı, büyüklerden laf gelebilirdi. Ve tabii ki yoldan geçen kızlara laf atmalıydın. Bu konu yaratıcılığa en açık ve benim de en sevdiğim kısımdı. 'Yavrum, yerim seni', 'Vay anam hepsi senin mi' gibi modası geçmiş laflardan ziyade 'Aman yarabbim ne güzel duruyorlar yanyana', 'Yer çekimin oliyim anam' gibi güldürürken düşündüren sözler kullanmak daha makbuldü. Teşbihde hata olmaz mantığıyla istediğin kadar uçabilirdin. Kendimi kanıtlarsam ancak buradan kanıtlayabileceğimin farkındaydım.

Terfime 1 yıl kala o çıkıntıya oturamasam da yavaş yavaş oturanların yanında ayakta dikilmeye, para varsa gazoz içip çekirdek çitlemeye başladım. Yoldan geçen arabalara bakıyor, kızlara laf atıyor arda kalan zamanlarda muhabbet ediyorduk. Belki de muhabbet etmiyorduk da sadece küfür ediyorduk. Orada zaman nasıl geçiyor anlamıyordum. Çok mutluydum ve gecenin bitip eve dönme zamanının gelmesini hiç istemiyordum. Bir yandan da, herkes benden kendimi ispatlamamı, o çıkıntıyı hak ettiğimi göstermemi bekliyordu. Sorumluluk almam gerektiğini düşündükçe tek çocuk beklerken üçüzü olan ve birden Atlas gibi bütün dünyayın yükünü omzunda taşıyan bir babanın hissettiği müthiş baskıyı hissediyordum. Krizleri ve baskıyı da iyi yönetemeyen biriydim. Bir keresinde berber koltuğunda çişimin gelmesiyle ne yapacağımı bilemeyerek altıma işemiştim. Velhasıl, arabalarla ilgili konu açıp muhabbet etmeyi düşündüm ancak arabalara karşı da zerre ilgim yoktu. Bu konu beni çok zorluyordu. Bir akşam, bass solosuyla başlayan bir rock şarkısını dinletmek için walkman'imi de yanımda getirmeyi düşündüm. 'Abi basslar deli ya' diyerek dinlettiğim şarkıdan sonra arkadaşlarımın yüzünden okunan ifade, babasına yalvar yakar elma şekeri aldıran çocuğun şekeri yere düşünce yüzünde oluşan hayal kırıklığı ifadesiyle aynıydı. Halbuki, şarkıda çalan basçı dünyanın en ünlü 2-3 basçısından biriydi. Bu iki konuda başarılı olamayacığımı anlayınca risk alıp köpeğe dalaşmaya karar verdim. Lakin, köpekten de korkmaktaydım. Ama bunu yapmalıydım. Akşamında, köpeğe 'höytttt' 'gelsene lan' 'wuoaaaa' cinsinden laflar atarken içimden saldırmasın diye de dua ediyordum. Maalesef, köpek saldırdı ve çok korktum. Arkadaşlarımın dediği gibi 'karı gibi' kaçtım.

Mahalledeki bu başarısızlığım beni evde yalnızlığa sürükledi. Okuldan eve geliyor, yemeğimi yiyor ve ders çalışıyordum. Ders çalışmak hoşuma gitmeye başlamıştı. Adeta ara vermeden çalışıyor, çalıştıkça mahalledeki dertleri unutuyor, her doğru matematik sorusunda köpeğin yüzüne bir tekme atmışım gibi seviniyordum. Dışarıdan bakıldığında su katılmamış bir ergendim.
Yaz gelmişti. Ders çalışarak kendimden kaçma devri bitmişti. Erkek olup sokağa çıkmam lazımdı. Zira bizim sokakta yazın gündüzleri evde oturana 'kız' derlerdi. Yine aynı sıkıntıları yaşamaya başlamıştım. Terfi olamayacağım diye korkuyor, geceleri kabuslar görüyordum. Tek çıkar yolumun kızlara laf atmak olduğunun farkındaydım. 'Hem ne olacak ki, kızı bir daha nerede göreceğim, ayrıca laf atıcan biticek gidicek' diye düşünerek kendimi evlenme teklifi etmeyi düşünen bir sevgili gibi hazırlıyordum.

O akşam, çıkıntıda otururken doğru kızı ve zamanı bekledim. Ancak, heyecandan olacak doğru lafı kafamda hazırlamamışım. Ortamın en sessiz, laflarımın en anlaşılabilir olduğu zamanı bekledim. O anın geldiğini hissedince gözüme bir kızı kestirdim ve karşımızdan yürürken önüne çıkarak 'Pardon, siz Petek Dinçöz müsünüz?' dedim. Soruyu sormamla birlikte adeta yüzümden aşağı kaynar sular döküldü. Hayatımda hiç bu kadar utandığımı hissetmemiştim. Kızın yüzündeki korku ifadesi vicdanımı sızlatmıştı. Bu kadar zor olacağını hiç tahmin etmemiştim. Ayrıca, nasıl olur da bu kadar anlamsız, rezalet ve yaratıcılıktan uzak bir söz seçebilirdim. Aslında, kıza iltifat ediyordum çünkü o zamanlarda Petek Dinçöz, Foolish Casanova'yla yeni çıkış yapmış, albümü piyasaları, klibi abazaları, sözleri klişeleri, dansı tabuları alt üst etmişti ve benim o dönemde tahayyül edebileceğim en güzel kadındı. Bu şekilde vicdanımı rahatlattım. Kız 'Çekil be salak' dedi. Kimse farklı bir cevap beklemiyordu zaten çünkü her laf atma böyle sonuçlanıyordu. Arkadaşlarıma döndüm ve 'Bunu hiç bir zaman bilemeyeceğiz' dedim. Şimdi geri dönüp baktığımda bu cevabımla agnostik felsefenin dibine vurduğumu görüp bir nebze olsa da teselli buluyorum.

Bu olaydan sonra da başarısızlığım devam etti, terfi alamadım. Çaresizliğime evime uzak bir liseyi kazanmam yetişti. Yepyeni bir başlangıç yaptım. O sokak hayatından artık tiksiniyordum. 2-3 sene önce de o çıkıntıyı yıktılar. Yıkılma anını canlı izlemek isterdim ama kaçırdım. Şunu tabirin çok sonra ortaya çıkmasıyla farkettim; az daha apaçi oluyordum.
.
.
2 Eylül 2011 Cuma


 Öğrencilik hayatından iş hayatına çok sert bir geçiş yaptım. Öyle bir geçiş ki bu, cuma günü tezimin sunumunu yaptım, ertesi çarşamba geniş olmasına rağmen her ofis gibi boğucu bir atmosfere sahip E-5 manzaralı bir ofiste bana müdürün kabak gibi karşısında L şeklinde bir masa, laptop ve Nescafe kupası verdiler. İlk günler bütün gün oturdum, internetten gazete okudum ve yavaş yavaş kendimi 'ulan bütün gün oturuyorum bir de üstüne para alıcam, enayi mi bunlar?' diye düşünmekten alıkoyamadım. Ancak, günler geceleri, kupam bulaşık makinesini kovaladıkça, gazete okumak değil, ofiste kıçımı sandalyeye koymak değil, ofise gelemez oldum. İşim gereği, haftanın 2-3 günü, yarım günüm depolarda geçmeye başladı. İlk depoya gitmem gerektiğini söylediklerinde, 'aha ürünün yanına gidiyorum, mesleğimi yapıcam' diye içimi bir çalışma şevki sarsa da, 0 derecedeki soğuk hava deposuna girip burun deliklerimin titremesiyle içimdeki o şevk tuz buz oldu. Neyse ki soğuk depoda çok kalmıyordum ve sıcak havalarda canımın çektiği de oluyordu.

Deponun yetkilisi benim yaşlarımda, uzun kafalı, esmer ve top sakallı biriydi. Top sakalı, zaten uzun olan kafasını daha da uzun gösteriyordu. Davranışlarında, gülüşlerinde ve bakışlarında 'benim burda ne işim var, CEO olacak adamım' der gibi bir hal vardı. Depoya ilk müdürümün lüks arabasıyla gittim. Depo yetkilisinin ismini verdim, adam geldi ve tanıştık. Ürünlerin yanına gidecek 2-3 kiloluk 2 tane strafor koli vardı yanımda, adam onları yüklendi ve ne olduğunu hatırlayamayacağım kadar önemsiz bir konuda çok ciddi ve kritik kararlar alıyormuş gibi bir ciddiyetle konuşarak 0 derecedeki soğuk hava deposuna çıktık. Ben 'Oo ne kadar soğukmuş', 'Vay abi burası cennet', 'Burada çalışan var mı ya?' gibi tepkiler verirken, adam prosedürü tamamladı ve aşağı indik, depodan çıktım ve ofise geri döndüm.
Depoya ikinci gelişim, 3-4 gün sonra oldu ve yine müdürün klas arabasıyla gelmiştim. Depo yetkilisi kapıda karşıladı, yine ilk gün yaptığımız şeylerin aynısını yaptık ancak bu sefer yolda konuşucak konu bulamadık. Soğuk hava deposunda da kendimi tekrara düşmemek için 'Abi buraya ayda ne kadar enerji masrafı gidiyordur?, 'Ürün başına kaç para alıyosunuz?' gibi teknik sorulara yöneldim. Deponun yazıhanesinde çay teklifinde bulundu, reddetmedim. Yolda da konuşamadığımız için çay içerken üstümüzde büyük bir gerginlik vardı. Adam bu seslizliği yıkmak istercesine 'Araba güzelmiş, motor kaç binde?' diye atıldı. O an gerçekte olmasa da, aramızda bir sınıf farkı oluştuğunu sezinledim. Bu suni sınıf farkını yok etmek için büyük bir şevkle 'Müdürün arabası, pek bilmem motor falan, işe de metrobüsle gidiyorum.' dedim. O an, o güne kadar aramızda bulunan bir öküzün kalkıp gittiğini hissettim sanki. 'Abi bir çay daha iç' dedi. Bana ilk kez 'abi' diye hitap ediyordu. 'Kuru kuru gitmiyor ki abi' dedim. Temiz kokan yazıhanesinde sigara içtik. Aramızda Fenerbahçe'nin yaptığı şike, bozuk yollar, metrobüs ve askerlik üzerine sıcak ve sıkı bir muhabbet geçti. Huzurla depodan ayrıldım ve ofise döndüm.
O günden sonra depoya şevkle gittim. Kolileri yukarı çıkarmadan önce yine biraz muhabbet ettik. Çıkmaya karar verdiğimizde kolileri almadı. O almayınca ben yüklendim. O önde, kolilerle ben arkada soğuk havaya çıktık.

Sonraki gidişimde depoya geldim ve 20 dakika yazıhanede bekledim, geç geldi. Bu sefer kolileri taşıdı. Onu takip eden gidişimde, 'Abi naber, nolsun işte koşturuyoruz' muhabbetinden sonra beni oradan birine yönlendirdi, kendisi işinin olduğunu söyleyerek gitti. Ama, kolileri ben taşımadım. Ertesi gün, e-mail atıp stok raporu istedim, dönmedi. Telefonla arayıp hatırlatınca, yolladı. Yavaş yavaş, soğuk havaya kolilerle bir başıma çıkmaya, içeride işleri halletmeye başladım. Nasıl bu hale geldik diye düşündüm, müdürü 'Yaa o depodakiler bir acayip' gibisinden işlemeye çalıştım, oralı olmadı. Nihayetinde, her Türk insanın en son yaptığı gibi suçu kendimde aradım, adamla kanka olduğum için kendime kızdım.
İş hayatındaki ilk dersimi böyle çıkardım.

Şimdilerde, şirketteki en yakınım finans müdürünün 'Hacı bu para sana fazla değil mi, sana bunun yarısı yeter lan, bekar adamsın.' demesinden  korkuyorum.




1 Eylül 2011 Perşembe


Dün Yenibosna'da metrobüs durağı istikametli yürüyüşüm esnasında yanıma sarı saçlı mavi gözlü biri erkek biri dişi olmak üzere iki kişi geldi. 'Do you speak English?' diye sordu erkek olanı. Avurtları çökmüş, karga burunlu, kaşları neredeyse tek bir çizgi olarak gözüken yüzünde gözleri birer yara gibi duruyodu. Kız olanı inceleyemedim ayıp olur dedim. 'Yes' dedim ve ekledim 'I speak'. 
Erkek olanı elindeki üstünde adres yazılı olan kağıdı bana uzatarak 'How can i go there?' dedi. Kağıda bakmamla kahkahayı basmam bir oldu. Kağıtta Altınşehir yazıyodu. 'S.ktir lan dalga mı geçiyon sen benle?' diye algılamasını umarak 'Are you kidding me?' dedim. Yabancılarda görmeye alışık olduğum, bana her zaman donuk gelen bir yüz ifadesiyle 'No' dedi. 'Really?' dedim 'Yes' dedi. 'OK lan' dedim. Minibüsçüye bağırdım; 'Abi Altınşehir'e nasıl gideriz?'. Minibüsçüye seslenmemle, benden çıkan sese mi yoksa sokağın ortasında bağırmama mı şaşırdılar bilmiyorum ama turistlerin bana dehşet dolu gözlerle bakması bir oldu. O donuk yüz ifadeleri birden yok olmuştu. Erkek olanın yüzünde müphem bir gülümseme belirdi. Kız olana yine bakamadım ayıp olur dedim. Burda işler böyle yürür demek istedim ama İngilizcem yetmedi. Velhasıl kelam, minibüsçü bize karşıya geçmemizi söyledi. Teşekkür ettik ve turistlerle yola koyulduk. Yolda öğrendim ki bu gençler İspanya'dan gelmişler. Büyük bir heyecanla 'Aa ben de biraz İspanyolca biliyorum' dedim. 'Hola, como estas?' dedim güldüm ve onlara döndüm, o donuk ifade yine gelmişti yüzlerine. Ulan dedim iyilik yapıyoruz insan bir güler ya da 'Oh really' yapar.Neyse dedim lan neyse dedim. Yolda  'Altınşehir sakat yer aga dikkat edin çizerler adamı' demek istedim ama korkutmak da istemedim gençleri; 'watch out in Altınşehir' demekle yetindim. 
Minibüslerine getirdim, bunlar şimdi kazıklarlar turistleri diye muavine sordum kaç para dedim iki kişi. Muavin 4 lira dedi. Turistlere döndüm 'dont pay more than 4 liras' dedim. Erkek olanı büyük bir içtenlikle 'Thank you very much' dedi elimi sıktı ve sarıldı, kıza döndüm elini sıktım; sarılmadım ayıp olur dedim.


İzleyiciler

Blogger tarafından desteklenmektedir.